Gülizar
Çanakkale'ye 15 km. uzakta
kalan zeytin, ceviz, göknar, sarıçam ve nice ağaçlarla kaplı bir köyde ailesi
ile birlikte yaşıyordu genç adam. Zeytinlikleri en büyük gelir kaynakları
olmuş, bunun yanında tadından yenmez domatesleri vardı ki bir yiyen bir daha başkasını
yiyemezdi ona göre. Dalından hafif kızarmış domatesi koparıp şöyle derin bir
nefesle kokusunu içine çektiğinde sanki en güzel kokuyu duymuş gibi olurdu
insan. Çocukluğunda koparıp gömleğine sürttükten sonra büyük bir iştahla ısıra
ısıra yediği o domatesin tadı hiç değişmemişti, hâlâ ağzını sulandırır
çocukluğunu hatırlatırdı ona. Zeytin de böyleydi onun için. Annesi hep "
Çocukluğundan beri önüne bir tas zeytin ile iki domates ver gıkı çıkmaz,
bıkmadan üç öğün yer" derdi onun için. Kardeşi de onun gibiydi, çocukken
topladıkları domatesleri bahçelerindeki kiraz ve şeftalileri yerken o kadar
mutlu olurlardı ki babası bazen şakayla karışık onlara kızar; "Len eşek
sıpaları mahsulün yarısını yediniz" diye onlara takılırdı. Bunların
dışında koyun ile keçileri vardı ve süt ve peynir işleri de yapıyorlardı.
Çocukluktan beri anne babası ile çalışmaya alışmışlardı sonra kardeşi mektep
kazanıp şehre gidince bir süre kendisi yardım etti onlara. Bir müddet sonra da
kendisinin artık askere gitmesi gerekmişti. Kardeşi ile aralarında aslında çok
bir yaş farkı yoktu, kendisi doğduktan bir buçuk yıl sonra kardeşi olmuştu ama
aralarında hep abi kardeş ilişkisi olmuş onu korumaya çalışmıştı. Askerliği
için Ankara'ya gittiğinde aynı zamanda ilk kez Çanakkale dışına çıkmış oldu
Hayri. Hem büyük gelmiş hem de Çanakkale'deki deniz ve onca ağaçtan sonra çok
çorak gelmişti ona bu şehir. Anıtkabir'e ilk kez gittiğinde ise Aslanlı Yoldan
geçerken lisede tarih hocasının anlattıkları gelmişti aklına. İkişerli gruplar
halinde bulunan toplamda 24 aslanın Türk boylarını temsil ettiğini kültürümüzde
gücü temsil eden aslan figürünün çift olmasının sebebinin gücü ve birliği
anlatmak istediğini söylemişti. Yere döşenmiş taşların arasında bulunan
boşlukların Ata'nın huzuruna çıkarken başımızın öne eğik olmasını sağladığından
bahsetmişti. Bunları hatırladıkça daha da hayran bakmıştı etrafına çeşit çeşit
ağaçları izleyip cıvıldayan kuşları dinlemişti uzun uzun. Böyle güzel insana,
Ulu Ata'ya da böyle bir yer yakışırdı demiş birkaç kez gitme fırsatı bulmuştu.
Askerliğini bitirip de köye döndükten bir süre sonra annesinin tek derdi büyük
oğlunu bir an önce evlendirmek, oğlunun yuvasını kurmak olmuştu. Hayri ben
halimden memnunum dese de annesi onu dinlemiyor köydeki bekar kızlara tek tek
alıcı gözüyle bakıyordu. O günlerde görmüştü o güzel kızı Hayri. Yazmasının
altından sarkıttığı örgülü uzun gür saçlarına, kömür karası gözlerine
vurulmuştu. Bir sabah babası evden gittikten sonra annesinin kurduğunu yer
sofrasında kahvaltı yaparken bu durumu ona açmış, eğer evlenmesini istiyorsa
bunun sadece o kızla olabileceğini dile getirmişti. Annesi Sakine oğlunun
sonunda evlenmeyi kabul etmesini sevinçle karşılarken önündeki çaydan keyifle
bir yudum alıp;
-Hiç merak etme oğlum en kısa
zamanda haber gönderip kızı isteriz, senden iyisini bulacak değiller ya
demişti.
Ne de olsa buğday tenli ela gözlü
boylu boslu yiğit bir delikanlıydı, kızlar ondan yakışıklısını nerede
bulacaklardı. Tabii bir de küçük oğlu Halil’i vardı en az abisi kadar yakışıklı
bir aslandı O da. O gün Sakine yeterince keyifliyken oğlunun söyledikleriyle
daha da keyiflenmişti. Küçük oğlu Halil'i gelecekti bugün gurbetten. İstanbul'a
üniversite okumaya gitmişti Halil, öğretmen çıkacaktı bu sene. Nasıl da
gururlanarak bahsediyordu küçük oğlundan onu soranlara. Aslında Hayri'si de
okusun istemişlerdi ama Hayri'nin hiç o taraklarda bezi olmamış, derslerini hep
zoraki geçmişti. Olsun derdi yine de Sakine, ne de olsa köyde bizim yanımızda
olacak biz yaşlanınca bağı bahçeyi idare edecek biri lazım. Okumaması daha iyi
biz yaşlanınca bunca bahçeyi kim idare edecek derdi. Halil, abisi Hayri'nin
aksine sakin, ılımlı bir insan olmuştu her zaman. Hayri her an pimi çekilmiş
bir bomba gibi etrafta dolanır, çok çabuk sinirlenirdi. Öfkeyle hareket eder,
sükunetin kıymetini bilmezdi. Annesi biraz da bu yüzden bir an önce evlensin
yuva kursun istiyordu. Eğer bir ailesi olursa sorumluluklarını kavrarsa belki
biraz daha düşünceli hareket ederdi. En azından böyle olabileceğini umuyordu
Sakine. Hayri gittikten sonra Halil'in sevdiği yemekleri yapmaya başladı önce,
üç hafta yanlarında kalacaktı. Okul başlarken gitmiş neredeyse beş ay olmuştu
onu görmeyeli. Aslında alışmış olması gerekirdi dört yıldır ama ana yüreği
alışamıyordu işte, hasreti hep ilk günkü gibi kalıyordu. Hazırlıklarını akşama
kadar tamamlayıp sofrayı hazır ettiğinde bahçe kapısında kocası Rasim'in;
-Sakine biz geldik dediğini
duydu.
Sakine adeta koşarak gitti
kapıya ve açtığında ona gülerek bakan oğluna sıkıca sarılıp;
-Oğlum, aslanım hoş geldin
kuzum dedi.
Bir süre kapı önünde hasret giderdikten
sonra içeri geçtiklerinde neşe içinde Halil’in anlattıklarını dinlerken bir
yandan da yemeklerini yediler. Halil iştahla annesinin kendi için yaptığı
yemekleri yerken annesi de "Çok zayıflamışsın" deyip onun önüne
sürekli bir şeyler koyuyordu. Hayri onların bu hallerine gülerken;
-Ana çatlatacaksın oğlanı
bırak daha burada kaçmıyor hepsini tek seferde yedirmeye çalışma dedi.
Keyifle yemeklerini yiyip çay
içtikten sonra gece Halil ve Hayri baş başa kaldıklarında Hayri annesinin onu
evlendirmeye çalışmasından bahsetmiş nasıl bunalttığını anlatmıştı. Halil annesinin
bir şeyi kafasına koyunca oldurana kadar onları nasıl sıkboğaz ettiğini bildiği
için abisinin anlattıkları onu bir hayli güldürmüştü. Tabii o arada abisinin
kalbine bir kız olduğunu anlamış onu bu konuda biraz sıkıştırmıştı ama pek bir
şey öğrenememişti.
Ertesi gün Halil'in çocukluk
arkadaşı evlendiği için köy meydanı fazlasıyla hareketliydi. Gelin alma yapılıp
köy meydanına geldikten bir süre sonra Halil bir kız gördü, gülüşü yüzünü
aydınlatan bir güneş gibi ışıldayan bir kız. Gözlerini karşısındaki kızdan
alamazken utangaç bakışlarla karşılık aldığını gördü, bu onu daha da
heyecanlandırdı. Arkadaşı Nazmi'ye sorduğunda adının Gülizar olduğunu öğrendi.
Gül yüzlü, güzel gülüşlü Gülizar... Nazmi'nin sözlüsü Feride ile ona haber
gönderdiğinde cevap alması uzun sürmedi Halil'in. Gülizar'ın da onda gönlü
vardı ve bunu bilmesi onu daha da sevindirmiş, heyecanlandırmıştı. Ertesi gün
Nazmi ile işimiz var deyip şehre indiklerinde peşlerinden Feride ve Gülizar'da
gitmişti. Feride nişan alışverişini bahane ederken Gülizar'da ona yarenlik
edeceğini söylemiş annesinin daha fazla soru sormasına müsaade etmeden evden
çıkmıştı. Nazmi ve Feride o gün onları yalnız bırakmış birbirlerini tanımalarına
fırsat vermişlerdi. Halil, Gülizar'ı bir pastaneye getirmiş karşılıklı oturmuş
söyledikleri salebi yudumluyorlardı. Dışarıdaki soğuk havaya inat sıcak
saleplerini yudumlarlarken ilk konuşmaya başlayan Gülizar oldu.
-Seni en son ortaokulda
görmüştüm ben, sonra şehirde okul kazandı demişlerdi. Bu sene öğretmen
çıkacakmışsın galiba.
-Evet öğretmen olacağım,
liseden beri dışarıda okuyorum. Başlarda bizimkiler çok korktu siyasi olaylar
çok olduğu için onlara karışırım, başıma bir şey gelir diye ama zor da olsa
ikna oldular. Şehirde liseyi bitirdikten sonra İstanbul'u kazanınca nasıl
olacak diye çok düşündüler. Aslında siyasi olayla bitmiş, en azından
seksenlerin başı ya da o dönemlerdeki gibi bir durum kalmamıştı pek ama yine de
endişeleniyorlardı. Ben 1984’te başlamıştım üniversiteye. Onlar her anne baba
gibi korumacı yaklaşmaya çalışmış yakında bir okul kazan gitme İstanbul'a diye
çok dil dökmüşlerdi. Neyse ki bizim bir Mahmut hoca vardı kulakları çınlasın o
ikna etti bizimkileri ve İstanbul'da okumama razı oldular. Bu yıl son artık çok
şükür bitireceğim okulu sonrası için Allah kerim.
-Geldiğin yerde bir sürü kız
vardır, hem de okumuş. Görmüş geçirmişlerdir yani Nazmi abi seni bana
söyleyince şaşırdım ben, beklemiyordum.
-Senin kadar güzelini,
masumunu, ışık saçanını görmemişimdir belki.
Halil söylediklerinden dolayı
utanırken Gülizar'ı da duydukları utandırmıştı. Gerçekten öyle miydi, güzel
miydi? Eli istemsizce başındaki yazmasına gitti, en az yazması kadar kızarmıştı
yanakları da. Birbirlerine kaçamak bakışlar atarlarken bir süre sessizce
saleplerini içtiler. Gün boyu konuştular, birbirlerini tanıdılar. Halil gün
boyunca kalbinde hiç dinmeyen ilk kez hissettiği ve karşısındaki genç kıza baktıkça
artan çarpıntısı ile dönmüştü eve. İkisi de hâlâ gündüz yan yanayken oldukları
gibi heyecan içindeydiler, sanki çocukluklarında anne babalarından gizli
yaptıkları yaramazlık anlarında duydukları heyecana benziyordu bu his. Biraz
korkuları vardı ama çok fazla heyecanlıydılar. Gece yataklarına yattıklarında
ikisi de o günü düşündü. Gülizar’ın eli hızlı hızlı çarpan kalbine giderken
gözlerini sıkıca yumdu. Yolda karşıdan karşıya geçerken yola atladığında gelen
arabadan dolayı Halil’in onu elinden tutup kenara çekmesiyle hissettiği heyecan
geldi aklına. Korkudan çok elinde elini hissetmenin verdiği kalp çarpıntısı
kalmıştı aklında. Halil’in de ondan farkı yoktu, O da yüzüne yer etmiş sırıtma
ile bir sağa bir sola dönüyor hissettiği duyguların kalbinde yarattığı bayram
havasından uyuyamıyordu. Abisinin en son “Len oğlum ne döndün fırıldak gibi,
yat uyu artık!” demesiyle derin bir nefes alıp sessizce uyumaya çalışmıştı.
O günden sonra her gün her
fırsatta görüştüler, sevdalarını birbirlerine açtılar. Gitmeden bir gün önce
yine her zamanki yerlerinde buluştuklarında genç kız sevdiğine yazmasını
vermiş, "Sakın beni unutma, kalbimi bereketli bir buğday tarlasına
çevirdin. Eğer gidersen beni unutursan sensiz çorak, verimsiz bir toprak olur.
Beni sensiz, susuz bırakma Halil" demişti. Halil sevgiyle baktı gül yüzlü
Gülizar'ının gözlerine bir an önce geri döneceğine söz verdi. Genç kız
ayrılmadan hemen önce Halil'in dudağının kenarına gülünce beliren gamzesinin
üzerine bir öpücük kondurdu. Dudaklarını Halil'in yanağından çeker çekmez hızla
arkasına dönüp adeta koşarak uzaklaşmıştı Gülizar. Halil'in ise kalbinin
gümbürtüsü kulaklarını sağır edecek gibiydi, öyle hissediyordu. Bir süre eli
gamzesinin üzerinde kaldı, sonunda kendine gelebildiğinde yüzüne yer etmiş
sırıtma ile eve gelmişti. Abisi onun bu halini gözlerini kısarak bir süre
izlemiş sonunda dayanamayarak;
-Hayırdır len ne bu hal? Aşık
mı oldun yoksa sen? diye sormuştu.
Abisinin yönelttiği soru ile
kendine gelen Halil;
-Hı yok ya öyle arkadaşlar
komik bir şeyler anlatmıştı o geldi aklıma ondan güldüm diyerek geçiştirmişti
abisinin bu sorusunun.
-Gel gel bana da anlat o komik
şeyleri yarın gideceksin hem.
Halil ilk kez bu kadar
istemeyerek dönecekti İstanbul'a, ardında bir sevgili bırakıyor olmak onu üzüyordu
ama bu sondu. Okulu bitirdikten sonra askerliğini de yapınca hemen istetecekti
onu babasından. Halil divanın üzerinde bağdaş kurmuş oturan abisinin yanına
gidip oturduğunda Hayri elini kardeşinin omzuna atıp;
-Belki okul bitişine bir düğün
yaparız, abinin damatlığını görüp de gidersin askere. Değil mi ana? Demişti.
Konuşmasını bitirdikten sonra
da diğer eliyle kahvesine uzanıp keyifle bir yudum almış ve annesi Sakine'ye dönmüştü.
Sakine henüz bu konu ile tam ilgilenememişti ama en kısa zamanda haber
gönderecekti kızın annesine, en azından kimlerden olduğunu öğrenmişti. Başını
gülerek aşağı yukarı sallarken;
-İnşallah oğlum, inşallah
olacak demişti.
O gecenin ardından sabah
erkenden yola koyuldu Halil. O, okuluna gidip bir an önce bitirmek için
çabalarken köyde onun dışında gelişen ondan habersiz çok fazla olay oluyordu.
Annesi, Hayri için hoşlandığı kızın annesine haber yollatmış ancak bir süre
sonra kız tarafı olmayacağını söylemişlerdi. Anne ve babasının nazlı kızı
Gülizar’ı evin tek çocuğuydu, yıllar sonra doğmuştu. Annesi ona seni isteyen
biri var dediğinde Gülizar daha kim olduğunu sormadan direkt olmaz istemiyorum
demiş itiraz etmişti. Annesi kızım hemen kestirip atma bir dinle belki
anlaşırsınız demiş ama Gülizar buna şiddetle karşı çıkmıştı. Onun gönlü sadece
Halil’e aitti, onu bekleyecekti. Anne ve babasını olmayacağı konusunda ikna
etmiş olmanın rahatlığıyla bu konuyu tekrar evde açtırmadı. Babası onu asla
istemediği bir şeye zorlamazdı, kıymetlisiydi onun. Gülen gözlerini soldurmamak
için her şeyi yapardı, yapmıştı da. Fakat Hayri için aynı durum geçerli
değildi. Reddedilmiş olmak onu çok üzmüş, gururunu incitmişti. Yakışıklı boylu
boslu eli yüzü düzgün bir gençti, bir kez görüşmeyi bile kabul etmemişti. Bu durum
onun günden güne daha çok öfkelenmesine sebep olurken Sakine’de oğlunun bu
hallerinden korkuyordu. Kendine ya da bir başkasına bir kötülük yaparsa diye
sürelikle tetikte bekliyor, Hayri’yi gözlemliyordu. Bir akşamüstü köy
meydanındaki kahvede otururken Gülizar’ı görünce hemen sandalyesinden kalkıp
hızla genç kızın peşinden gitti. Yol boyu sadece ağaçların olduğu dar patika
yola girdiklerinde Hayri iki adımda aralarındaki mesafeyi kapatıp Gülizar’ı
kolundan çekip kendine çevirdi. Gülizar’ın dudaklarından korkuyla bir çığlık
dökülürken Hayri bir yandan kendini sakinleştirmeye çalışıp nefes nefese;
-Neden istemedin beni? Dedi
sinirle.
Gülizar korku ve şaşkınlıkla
baktı ona. İlk an kararmaya başlayan havada fark etmese de sonradan anladı onun
Halil’in abisi olduğunu. Ne diyecekti şimdi, ne anlatacaktı… Bir şeyler söyleyebilmek
için dudaklarını birkaç kez araladı ama başaramadı. Ne demesi ne anlatması
gerektiğini bilemedi. Nasıl diyebilirdi ki ben seni değil, kardeşini seviyorum
diye.
“Gönlünde bir başkası var
belli” diyebildi sadece Hayri. Sonra da daha fazla bir şey söylemeden oradan
uzaklaştı. Gülizar olduğu yere çöktü kaldı, dakikalarca kalkamadı. Hava zifiri
karanlık olduğunu fark ettiğinde yavaşça olduğu yerde doğrulup artık
çocukluğundan beri ezber ettiği yoldan evine gitti. Eve vardığında annesi
koşarak kapısını açıp; “Neredesin sen kızım, babanla aklımız çıktı” dedi.
Gülizar kısık çıkan sesiyle sadece “İyiyim” diyebilirken daha fazla sorularını
dinlemeden kendini odasına attı. Kapısının arkasındaki sürgüyü çekip
kilitledikten sonra kendini bir çuval gibi divanının üzerine bıraktı. Bunu
Halil’e nasıl söylerdi, abinin sana anlattığı sevdiği kız benmişim nasıl derdi.
Üç gün çıkmadı odasından ne yedi ne içti, anne ve babası kapısında saatlerce dl
döktü ama sadece iyi olduğunu söyledi merak etmesinler diye. Annesi acaba bu
kıza bir şey mi yaptılar diye korkuyor ama kocası Mehmet yanındayken sormaya
çekiniyordu. Dördüncü gün Feride’nin Gülizar’ın yanına gelmesiyle annesi bir
umut Feride’yi kolundan tutup onun odasının önüne getirdi. “Kızım bak Feride
geldi, aç hadi kapıyı” dedi. Feride karşısındaki kadına anlamayan gözlerle
bakarken Hatice dizlerini dövüp sessizce anlatmaya başladı.
-Ah kızım ne geldi başımıza
bilmiyoruz, üç gündür çıkmıyor odadan evvelsi gün Sultangillere gitti gece
döndüğünde odaya bir girdi daha çıkmadı. Korkuyorum başına bir şey geldi biri
bir şey yaptı diye söylemiyor da…. Mehmet emmin de merak ediyor, endişeleniyor
adam onu mu sakinleştireyim kendimi mi bilemiyorum. Gündüz çıkıyor bir şeyler
yiyor diye yalan söylüyorum artık ama bu daha ne kadar böyle devam eder.
Bilirsin Gülizar’a nasıl düşkün iki gün görmedi mi adamın gözünün feri gidiyor,
ben bugün de bu kız odadan çıkıp bir şey demezse tövbe tutamam adamı.
Feride üzgün gözlerle karşısındaki
kadının çaresizliğini dinlemiş üzgün gözlerle izlemişti onun bu halini.
-Dur bir de ben konuşmayı
deneyeyim Haççe yenge geç sen içeride işlerine bak.
Genç kızın söyledikleri ona
bir umut olurken hızla kafasının sallayıp mutfağa gitti. Feride yavaşça kapıya
tıklatıp;
-Gülizar iyi misin kuzum, seni
çok merak ediyoruz dedi kaygısını gizleyemeyerek.
Birkaç dakika sonra kapı açıldığında
Gülizar’ın ağlamaktan şişmiş gözleri, yorgun bakışları karşıladı Feride’yi.
Genç kız hızla içeri girip kapıyı ardından kapattıktan sonra arkadaşını
kolundan çekip divanın üstüne onunla beraber oturmasını sağladı.
-Ne oldu sana böyle, biri bir
şey mi yaptı Gülizar? Daha fazla merakta bırakma kurban olayım anlat artık.
Gülizar titrek bir nefes verip
konuşmaya başladığında anlattıkları Feride’nin şaşkınlığının ve endişesinin
daha da artmasına sebep oldu. Onu isteyenin Halil’in abisi Hayri olduğunu öğrenince
ne tepki vermesi gerektiğini bilemedi. Bir süre sessizce oturdular. Feride
duyduklarını sindirmeye çalışırken Gülizar içindeki bu yükü biriyle paylaşmış
olmanın bir nebze de olsa ferahlığını yaşadı.
-Peki şimdi ne olacak yani
Halil’den gizleyemezsin bunu zaten illaki öğrenecek dedi.
-Bilmiyorum Feride ne
yapacağımı bilmiyorum… Bildiğim tek şey Halil’i çok sevdiğim, onu bırakamam ama
bunu ona nasıl söylerim bilmiyorum.
-Mektupla söylesen olmaz mı?
-Mektupla böyle bir şey nasıl
anlatılır hem son senesi okulu bırakıp buraya gelmeye kalkarsa ya bütün
hayatını mahvederse o zaman ne yaparız. Ona bu kötülüğü yapamam…
-İstanbul’a gitsen?
Gülizar, arkadaşının önerisi
ile bir an yerde olan bakışlarını kaldırıp onun gözlerine baktı. Nasıl olurdu,
yapabilir miydi? Aslında çok uzak memleket değildi ama büyük şehirdi ne de olsa
nasıl bulurdu Halil’i… Okulunun yerini falan söylemiş ona çok anlatmıştı
oraları hatta evinin okuluna yakın olduğundan yürüyerek gidip geldiğinden
bahsetmişti. Bir anlık cesaretle arkadaşına dönüp;
-Gidebilir miyim gerçekten,
yapabilir miyim? Diye sordu.
Genç kız arkadaşının ellerine
sarılıp;
-Neden olmasın ki olur tabii!
Hatta iki gün sonra Nazmi İstanbul’a mal götürmeye gidecek babam beni de
yanında götürmesine izin verdi, gelecek hafta kermes olacakmış şehirdeki Halk
eğitim hocası Cahide Hanım söyledi, İstanbul’da bir ilçe ile beraber
yapacaklarmış. Benden yaptığım el işlerini oradaki Halk Eğitime teslim etmemi
söyledi. Sen de gelirsin bizimle Halil ile konuşur bir çözüm arasınız, böyle
kendi kendini yiyip bitirmekle olmaz dedi.
Belki de haklı diye düşündü
Gülizar… Bu şekilde daha ne kadar devam edebilirdi. Ya abisinin sevdiği kız
olduğunu öğrenince ondan vazgeçerse o zaman ne yapardı? Sıkıntı ile soludu iki
eliyle yüzünü kapatıp;
-Ne yapacağım ben Feride? Ya
benden vazgeçerse ben yaşayamam o zaman dedi.
Feride, Gülizar’a sarılıp onu
teselli ederken aynı kaygıları kendisi de duyuyordu. Gülizar’ın anne ve babası
kızlarının sonunda odasından çıkmış olmasından memnun olmuş hâlâ durgun olsa da
yanlarında olduğu için daha fazla bu durumu sorgulamamaya karar vermişlerdi.
Akşam yemek yedikten sonra Gülizar ve annesi sofrayı toplarken genç kız
annesine;
-Ben Feridelerle öbür gün
İstanbul’a gitmek istiyorum ana, günübirlik gidip döneceklermiş. Feride
elişlerini teslim edecekmiş, ben de gitsem onlarla olur mu? Diye sordu.
Hatice elindeki bakır sahanı
da yıkayıp kenardaki bulaşık selesine bıraktıktan sonra kızına dönüp;
-Bir babana soralım o da he
derse olur tabii, Nazmi iyi çocuktur Feride’de bizim kızımız baban da uygun
görürse gidip gelirsiniz dedi.
Gülizar sevinçle annesinin
boynuna atılırken Hatice’de günler sonra kızını böyle neşeli görmenin
mutluluğunu yaşadı. Demledikleri çayı alıp babasının yanına geldiklerinde yer
minderinde oturmuş gazete okuyan babasının dizinin dibine gidip çayını da yan
tarafına bıraktı. Mehmet, gülen gözlü güzel yüzlü Gülizar’ına baktı kızı yanına
oturduktan sonra. Nasıl da annesine benziyordu. Onun gibi gül siyah saçları
kömür karası gözleri vardı. Birbirlerini severek evlenmişlerdi ve on beş yıl
çocukları olmamıştı. Aralarında beş yaş vardı Hatice ile. Gülizar’ın olmadığı o
on beş yıl nasıl çile etmişlerdi ikisine, ailesi Hatice’nin kısır olduğunu
savunup baba evine göndermeye kalkmıştı defalarca. Hatice ise üç kez düşük
yapmış artık çocuğa dair bütün ümidini kaybetmişti. Sonra otuz beşinde tekrar
hamile kalmıştı ama bu defa hiç ümitlenmemiş hatta uzun süre kocasına
söylemişti. Fakat günler geçiyor karnı büyüyor kilo alıyor ve bu ev halkının
dikkatini çekiyordu. Kaynanası artık bir şey söylemiyordu, oğluna söz
geçiremeyeceğini anlamış Hatice’yi babasının evine göndermeye çalışmaktan
vazgeçmişti. Fakat o da gelinin büyüyen karnının farkındaydı ve bir sabah
herkes gittikten sonra;
-Gebe olduğunu da mı
saklıyorsun artık gelin? Dedi.
Hatice ona saygısızlık ettiği
düşüncesiyle telaşlanıp;
-Yok valla ana Mehmet’e bile
demedim, korktum gene düşer diye ama çok oldu yani aylar oldu ben aybaşı olmayalı
karnım da çok büyüdü o da fark ediyor ama ben demeyince bir şey soramıyor dedi.
Utancından başını önüne eğen
gelinine kıstığı gözlerle bakıp;
-Kız bu böyle olmaz bir
baktırmak lazım kaç kez gebe kalıp da düşürdün sen bu kadar uzun olmadıydı
hiçbiri. Bizim ebe Havva’ya gidelim dedi.
O günden sonra çok beklemedi
Gülizar, geldiği haneye neşe getirdi. El bebek gül bebek büyüdü, yılların evlat
hasretini dindirdi. Şimdi kocaman kız olmuştu, doğduğunda kucağına verdikleri o
anda hissettiği heyecan ve mutluluk hiç değişmedi hep o heyecan ve mutlulukla
baktı kızının gözlerine.
Kızının konuşmaya başlamasıyla
düşüncelerinden sıyrıldı Mehmet.
-… Ben de onlarla İstanbul’a
gideyim mi baba?
Soruyu tam anlamayan Mehmet
kızına anlamadığını belli eden bakışlarla bakarken kızı baştan izah etti durumu
ve Feride ve Nazmi ile günübirlik İstanbul’a gitmek için izin istedi. Nazmi’ye
güveni tamdı Mehmet’in. Elinde büyümüştü, yanlışını görmemiş hep kardeş gibi
korumuştu Gülizar’ı. Feride’de zaten bu evin kızı sayılırdı o yüzden hiç
sorgulama gereği duymadı hem birkaç gündür kızının canını sıkkın görüyordu ona
da iyi gelirdi. Başını onaylar biçimde sallayıp;
-Tamam kızım git dediğinde Gülizar
sevinçle babasının boynuna atıldı.
Ertesi gün vakit gece yarısını geçtiğinde Nazmi’nin
kamyoneti ile yola düştüler. Yol boyu Halil’i düşündü Gülizar onun vereceği
tepkileri kendi zihninde canlandırdı, ölçtü tarttı. Olduramadı içine sinmedi
zihninde canlanan her tepki eksik kaldı, eğreti durdu. Ya o hep en sona
saklayıp Halil’in tepkisinden çekinip hızla kafasını sağa sola salladığı
zihnindeki o kötü son gerçek olursa ne yapardı o zaman nasıl yaşardı. Halil
vazgeçtim ben senden derse nasıl yaşardı yeniden, o yirmi gün rüya gibiydi onun
için. Her fırsatta birbirlerini görebilmek için türlü yollara başvurmaları,
birbirlerini öğrendikçe daha da çok bağlanmaları bunları nasıl unutabilirdi.
Feride ve Nazmi kafasını cama yaslamış kara kara düşünen Gülizar’a baktılar
üzgün gözlerle. Feride uzanıp arkadaşının elini tuttuktan sonra “Her şey yoluna
girecek, sen içini ferah tut” dedi. Gülizar sanki bunu duymayı bekliyormuş gibi
beklenti ile baktı arkadaşının gözlerine “Yoluna girecek dimi, beni
bırakmayacak Halil” dedi. Feride arkadaşına oturdukları koltuk müsaade
ettiğince sarılıp; “Sen yeter ki inan, vazgeçme kuzum. Ben eminin Halil’de
vazgeçmez senden, hem ikisi de birbirlerinden habersizdi. Sakine yenge çok
baskı yapınca Hayri abi de baskısından dolayı söylemiştir seni, Halil ile
birbirinizi sevdiğinizi bilse hiç sana haber gönderttirir miydi?” Gülizar,
Feride’nin söylediklerinden teselli bulmaya çalışırken yolun geri kalanında
yine sessiz kalmayı tercih etti. İstanbul’a vardıklarında Nazmi, Gülizar’ı
Halil’in okulunun önüne bırakmış mallarını teslim etmek için kendisi hale
gitmişti. Feride’yi de söylediği Halk Eğitim Merkezinin önünde bırakmış bir
saat sonra tekrar aynı yerde buluşmak için sözleşmişlerdi. Gülizar bir süre
okulun orada ki bankta oturup Halil’i bekledi. Ne kadar zaman geçti emin
değildi ama uzaktan onun geldiğini görünce kalbi yeniden hızlı hızlı çarpmaya
başladı. En son gamzesinin üzerine bırakıp kaçtığı öpücük geldi aklına yeniden kızardı.
Onun yeşil gözleri gözleriyle buluştuğunda aldığı nefesi tuttu bir süre. Halil
yanlış gördüğünü düşünüp gözlerini sımsıkı kapatıp açtı ama hâlâ Gülizar’ına
benzeyen kızın orada, aynı yerde ona baktığını gördü. O, Gülizar’a doğru
giderken Gülizar’da yavaş yavaş ona doğru geliyordu. Sonunda ortada
buluştuklarında Halil heyecanla soluyup;
-Gülizar sen misin gerçekten?
Dedi şaşkınlıkla.
Gülizar onun bu şaşkın haline
gülümseyip;
-Evet, Nazmi abiler geliyormuş
Feride ile ben de geldim dedi. Asıl gelme nedenini nasıl ya da ne zaman söyleyebilecekti
bilmiyordu ama biraz olsun onunla onu mutlu görerek vakit geçirmek istiyordu.
Ne kadar aklına getirmek istemese de belki de bu son görüşmeleri olacaktı Halil
ile.
-Ben dersine mani olmayayım
sen git istersen.
Halil, Gülizar’ın konuşmasıyla
kendine gelebildiğinde hızla başını sağa sola sallayıp;
-Yok yok önemli bir ders değil
zaten hiç devamsızlıkta yapmadım bir şey olmaz bir kereden dedi.
Beraber okulun oradan
uzaklaştıklarında Halil, Gülizar’ın bir şey yemediğini düşünüp iki tane simit
aldıktan sonra deniz kenarında olan çay bahçesine götürmüştü onu. Gülizar
hayranlıkla etrafına bakıp; “Ne kadar güzel bir şehir” demişti. Denizin
ortasında bulunan bir kule gördüğünde merakla o kuleyi inceleyip;
-Orası ne? Diye sormuştu.
Halil onun kız kulesini işaret
ettiğini anladığında kız kulesi olduğunu söyleyip hakkında bildiklerini
anlatmaya başlamıştı.
-Kız Kulesi’nin tarihi milattan önceki zamanlara kadar
uzanıyormuş. MÖ 410 yılında Atinalı Alkibiades tarafından inşa edilmiş ve
Boğaz’dan geçen gemileri kontrol etmek ve vergi almak amacı ile
kullanılıyormuş. Sonra tabii yapılan savaşlarla en son bizde kalmış, birçok kez
restore etmişler yani bakım yapmışlar ve bugünlere gelmiş. Aslında hakkında çok
efsane var mesela aklımda kaldığı kadarıyla biri de şu; Bizans krallarından
birinin kızı olmuş ve kız hakkında bir söylenti, kehanet atmışlar ortaya.
Prenses, 18 yaşında bir yılan tarafından sokulup ölecekmiş. Bunu duyan kral da
denizin ortasındaki adada olan bu kuleyi restore ettirip prensesin
yaşayabileceği bir yere çevirmiş. Lakin Prenses 18 yaşına gelince oraya gelen
hizmetçilerin getirdiği bir meyve sepetinin ya da prensese aşık olan genç bir
subayın getirdiği çiçek sepetinin içine saklanan yılan bu adaya ulaşmış ve
prensesi sokarak öldürmüş… Aslında çok var böyle ama aklımda kalan bu duyunca
üzülmüştüm belki uydurma belki gerçek ama acı bir son olmuş.
Halil’in anlattıkları ile hüzünlenen genç kız soğuyan çayından
son yudumu da alıp aynı üzgün gözlerle kız kulesini izlemeye devam etti. Halil
onun bu haline daha fazla karşılıksız kalamayıp masanın üzerinde duran elinin
üzerine tüy gibi dokunup;
-Üzül diye anlatmadım gül yüzlüm, bu kulenin masalıydı. Hem
kaç tane var böyle masal sırf bu kız kulesi hakkında hepsi de kötü değil ha.
Mesela bir tanesi de tam aklımda yok ama kızı bir adama sevdalandığı için bir
kralın kızını bu kuleye hapsettiği ama onu seven gencin tüm zorlukları aşıp
prensese kavuştuğunu da anlatıyordu dedi.
Gülizar onun kendisi gülsün diye çabalamasını izledi bir süre.
Küçücük bir dokunuşun kalbinde bıraktığı etkiyi hissetti. Derin bir nefes alıp
yüzüne bir gülümseme yerleştirdikten sonra artık meramını açmaya karar verdi.
-Benim buraya gelmemin bir sebebi var aslında.
Halil’in kendisine soran gözlerle baktığını görünce gözlerini
sıkıca kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya yeniden başladı.
-Sen gittikten sonra bana bir görücü çıktı.
Halil araya girmek istediğinde Gülizar elini kaldırıp onun
susmasını sağladı.
-Dur, müsaade et anlatayım hepsini… İnan bana bunu anlatmak hiç
kolay değil benim için. Ben anam bunu söyler söylemez zaten olmaz dedim kabul
etmedim, kim olduğunu da hiç sormadım. Fakat sonra öğrendim ki bana talip olan
kişi Hayri abiymiş.
Gülizar tek seferde hepsini söyledi, söyleyip bir an önce
kurtulmak istedi çünkü. Söylerse onunla paylaşırsa kurtulurum sandı. Halil ise
ilk an idrak edemedi bir süre öylece karşısındaki genç kıza baktı. Ancak aradan
bir süre geçince olayı idrak edebildi. Abisinin aklını kurcalayan, evlilik
düşündüren kız Gülizar mıydı yani? Ne diyeceğini bilemedi, ağzını açtı kapattı
birkaç kez ama çıkmadı kelimeler ağzından. Ne söyleyecekti onu da bilmiyordu
ki, ne denilebilirdi? Abisi ile aynı kıza mı aşık olmuşlardı yani… İki
elleriyle yüzünü kapatıp dirseklerini masaya dayadı. Yok olmak istedi, yerin
dibine geçmeyi diledi. Abisini karşısına alabilir miydi ya da Gülizar’dan
vazgeçebilir miydi?
Gülizar ise onun hareketlerini, verdiği ya da veremediği
sakladığı tepkileri gözlemlemeye anlamlandırmaya çalıştı kendince. Korktuğu
olacaktı, belliydi. Üzgün gözlerle baktı sevdiğine, kızamazdı ki ona da ne
diyecekti abini sil mi ya da silme dese abisi onları kabullenecek miydi?
Yavaşça oturduğu sandalyeden kalkıp son kez kız kulesine baktı sonra da
Halil’e.
-Kendini üzme diyemem, desem de yalan olacak çünkü biliyorum
çok üzüleceksin benim gibi. Sana hiçbir şey diyemem senin bana hiçbir şey vaat
edemeyeceğin gibi. Senden bunu bekleyemem de zaten… Ama emin ol bu bedende bu
kalp var olduğu sürece sadece senin için atacak. Belki bereketli bir buğday
tarlası olamayacak artık ama günışığını görmüş, bahar esintisini hissetmiş
olarak yaşayacak. Kendine iyi bak, okulunu sakın ihmal etme.
Sonlara doğru titreyen sesinden dolayı daha fazla konuşamayıp
uzaklaştı oradan. Geldikleri yoldan hatırladığı kadarıyla dönmeye çalıştı,
biraz uzun sürse de başardı. Okulun önüne döndüğünde Nazmi ve Feride’nin onu
beklediği gördü. Feride onun halini görünce olanları anladı bir şey sormadı,
Nazmi’nin sormasına da izin vermedi. Nazmi içinden kızdı arkadaşına Gülizar’a
sahip çıkmadığı için ama sonra düşününce yaptığı mantıklı da geldi. Onun da
kafası karışmıştı, nasıl karar verebilirdi ki bir insan böyle bir durumda.
Vakit geceyi bulmuştu onlar gelene kadar ve geldiklerinde Hatice ve Mehmet
kızlarını hiç de giderken ki gibi neşeli görmemişlerdi. Anne babasının
sorularını geçiştirerek cevaplayan Gülizar odasına gidip kapıyı yine arkadan
kilitlemişti. Kime neye kızacağını ya da nasıl tepki vereceğini bilemiyor
öylece yatağın ucuna ilişmiş oturuyordu. Halil’in de ondan aşağı kalır bir yanı
yoktu. Saatler sonra yanına gelen garsonun onu dürtmesiyle kendine gelmiş çay
paralarını ödedikten sonra oradan çıkıp bir süre boş boş dolaşmıştı. Kafasının
içinde bir sürü ses vardı sanki ve hepsi ayrı bir şey söylüyordu. Hangisi
doğruydu, yanlış olan neydi ne yapması gerekirdi hiçbirini bilmiyor böyle
çaresiz hissetmek ilk defa canını bu denli çok yakıyordu. O gece sabaha kadar
sokakta kaldı, uzun uzun denizi izledi. O günden sonra kendince yöntemler
denedi Halil, düşünmezsem belki geçer unuturum gider dedi, ders çalıştı sürekli
bir şeylerle uğraştı boş kalırsam kafamın içindeki o seslerin arasında
kaybolurum diye düşündü. İki ay sonra okulunu bitirip de mezun olduğunda yine o
sorular, kaygılar içine çekti onu. Artık köye dönmesi gerekiyordu ve ne
yapacağını, abisine ne diyeceğini bilmiyordu Halil. Bildiği tek şey Gülizar’ın
gül yüzüne nasıl hasret kaldığıydı. Onu görünce dayanabilir miydi yüz çevirip
gitmeye, arkasını dönebilir miydi? Ne kadar ayakları geri geri gitse de köye
vardığında orayı ne kadar çok özlediğini fark etti bir kez daha. Eve gitmeden
Nazmi’yi buldu önce Nazmi onu görünce buruk bir gülümseme ile sarıldı
arkadaşına. Bir süre ayaküstü konuştuktan sonra Nazmi yeni demlediği çaydan
kendilerine çay doldurdu ve karşılıklı oturdular. Halil, arkadaşının verdiği
çayın kenarında duran iki şekerden birini çayına atıp karıştırdıktan sonra
içinde daha fazla tutamadığı soruyu sordu.
-Gülizar nasıl?
Nazmi ona üzüntülü gözlerle bakıp;
-İyi değil. Feride sürekli yanında yemiyormuş içmiyormuş.
Yazık ana babası da korkuyor bir şey olacak diye tabii derdini de anlatmıyor
kimseye. Sana kızmadığını söylüyormuş Feride’ye ama ne kadar kızmadım dese de
üzüntüsü geçmiyor. Astımı varmış onun evvelden sonradan Mehmet emmiler onu
çocukluktan beri doktor doktor gezdirip hastalığına biraz olsun çare
bulabilmişler ama bu olaylardan sonra tekrar hastalanmış. Uzun süre hastanede
yattı biraz toparladı şimdi evvelsi gün ben de gittim bizle büyüdü kardeşimiz
ne de olsa çok üzüldüm haline yüzü gözü solmuş görsen Gülizar demezsin, içim
acıdı vallahi dedi.
Halil, Nazmi’nin anlattıklarını kahrolarak dinledi. Onun yüzünden
neler olmuştu Gülizar’ına böyle, onu bu halde bırakabilir miydi gerçekten…
-Bak işine karışmak istemem ama belki durumu Hayri abiye açsan
bunlara hiç gerek kalmayacak, belki de sandığın gibi aşık değildir Gülizar’a.
Yazık değil mi o kıza? İstanbul’dan döndüğümüzden beri hasta…
Halil ne yapması gerektiğini bilememenin hissettirdiği çaresizlikle
oturduğu sandalyede iki büklüm olurken başını ellerinin arasına alıp sertçe
ovdu.
Gülizar ise anne babasının tüm sorularını cevapsız bırakıp
kendini yaşadığı acının içine daha çok hapsediyordu. Sabah hazırladığı kahvaltı
tepsisi ile odaya giren annesi üzgün gözlerle kızına bakıp;
-Yavrum kalk iki lokma ye bak yine güçsüz düşeceksin
hastaneden yeni çıktın dedi.
Gülizar uzun uzun karşısındaki kadını izledi, onlara bunu
yapmaktan nefret ediyordu. Onları bu şekilde perişan ve üzgün görmek onu daha
çok kahrediyordu. Bunu onlara daha fazla yapamazdı, yapmamalıydı. Titrek bir
nefes alıp burukça gülümseyerek;
-Sizinle yapacağım kahvaltıyı dedi.
Hatice’nin yüzü kızının söyledikleri ile aydınlandı. Kızının
yataktan kalkmasına yardımcı olduktan sonra ona sıkıca sarılıp;
-Güzel kızım benim, yavrum her ne için üzüyorsan kendini üzme
paylaş bizimle bir çaresi vardır elbet dedi.
Gülizar derdinin dermanı olmadığını bildiği için ona burukça
gülümseyip yanağına bir öpücük bıraktıktan sonra;
-Gel kahvaltımızı yapalım dedi.
Anne ve babasını kızlarının eskisi gibi neşeli olmasa da
ayaklanmış olduğunu görmek mutlu etmişti. Gülizar iyi olmak için çabalarken
Halil’de eve gitmiş onu sevinçle karşılayan ailesine sıkıntısını belli etmemeye
çalışmıştı. Hayri kardeşi ile yalnız kaldığında bir süre sessizce onu izledi.
Sonunda daha fazla duramayıp;
-Ne bu hal len? Diye sormuştu.
Halil, abisinin sorduğu soru ile kendine gelirken içinde daha
fazla tutamadığı soruyu dillendirdi.
-Sen Gülizar’ı mı istettirdin annemlere?
Hayri, kardeşinin sorduğu soruyu ilk an anlamlandıramazken ona
soru dolu gözlerle baktı. Bunun şimdi konu ile ne ilgisi vardı ki? Fakat aradan
birkaç dakika geçtikten sonra bakışlarını hâlâ kardeşinden çekmemişken geldi
aklına bu soruyu neden sorabileceği.
-Sen Gülizar’ın sevdiği oğlan mıydın?
Halil’in önüne eğdiği başından almıştı sorusunun cevabını.
Yalnız Gülizar sevmiyordu Halil’i, Halil’de onu seviyordu belliydi. Ya kendi
sevdası?
Aradan iki gün geçti o iki günde Halil evden çıkmadı, abisi
ile de mümkün olduğunca karşılaşmadı. Hayri çok düşündü, Gülizar’a olan
sevgisini de kardeşine olan sevgisini de tarttı. Sonunda kararını verip
Halil’in karşısına çıktığında kardeşi onun verdiği karar karşısında ne tepki
vermesi gerektiğini bilemedi. Fakat kardeşinin gözlerindeki o parlayan ışığı
fark etti Hayri. Durumu anne babasına açtıklarında annesi şiddetle karşı çıktı
buna. “Olmaz öyle şey milletin kulağına gitse neler derler, unut o kızı” dedi
Halil’e. Aslında asıl korkusu Hayri’ye densiz biri bir şey derse oğlunun
öfkeyle yanlış bir şey yapabileceği korkusuydu. İki kardeş densiz biri yüzünden
olur da birbirine düşerse ne yaparlardı? Halil uzun dil dökmeler sonucunda
annesini ikna etmeyi başardığında Gülizarların evine giden haber Gülizar’ı hem
şaşırtmış hem de dünyanın en mutlu insanı yapmıştı yeniden. Halil’in ondan
vazgeçmediğini öğrenince eski neşesine kavuşmuştu. Fakat annesi bu duruma pek
ılımlı bakmamış, bunu belli etmişti. “Abisi için istediler kızım seni şimdi
belli senin gönlün kardeşindeymiş ama olmaz böyle insanlar ne der, ayıp. Gel
etme vazgeç bu sevdadan” demişti. Gülizar buna karşı çıkmış “Ben Halil’i
seviyorum ana, gel sen de kabul et babama da söyleme olsun bu iş. Ben onsuz ne
halde oluyorum gördünüz” demişti o yaşadığı buhranı hatırlatarak. Annesi ne
kadar diretse de sonunda kabullenmiş kocasına durumu açmıştı. Kocası daha
öncesinde Hayri’nin kızına talip olduğundan haberdar olmadığı için; “Gelsinler,
Halil’i severim tahsilini de yapmış iyi çocuktur” dedi. Birkaç gün sonra Halil ailesi
ile Gülizar’ı istemeye geldiğinde aylar sonra birbirlerini görmüş olmanın
heyecanı vardı gözlerinde. O akşam Hayri gelmedi kız istemeye. Onları bir arada
görmeye hazır mıydı bilmiyordu, bu yüzden evde kalmayı tercih etti. Annesi her
ne kadar daha fazla dillendirmese de bu işin sonunu iyi görmüyordu. O gece
Gülizar ve Halil açısından her şey çok güzel gitmişti. Halil evlendikten sonra
askere gideceğini söylemiş önce düğün yapmak istediğini dile getirmişti. Annesi
bu kadar aceleci olmasından huzursuz olurken Gülizar’ın babasının ve kocasının
bu fikre sıcak baktığını hatta kabul ettiğini gördü. Sonrasında ise olaylar çok
hızlı ilerledi. Birkaç gün içinde nişan yaptılar önce sonra da Ekim ayı başına
düğün yapmayı kararlaştırdılar. Gülizar ve Halil sevinç içinde evlilik
hazırlıkları yaparken Hayri her şeyden kendini uzak tutuyordu. Köy kahvesinde
birkaç kişinin söylediği şeyler onun düşüncelerinin iyice karışmasına neden
olmuştu. Söylenenleri düşünmemeye çalıştı, söyleyenlerden, söylentilerden kaçtı
ve sonunda düğün günü geldi. O gün Halil Gülizar’ı almaya geldiğinde onu
gelinlik içinde görünce kalp çarpıntısı daha önce hiç olmadığı kadar hızlanmış,
sanki çıkıp gidecekmiş gibi olmuştu. Hayri ise onların heyecanını uzaktan
izlemiş duyduklarını aklına getirmemeye çalışmıştı. Fakat yapamadı. Biri daha
aynı şeyi söylemişti, yine Hayri’nin Gülizar’ı istediğini bile bile dalga geçer
gibi Halil’in o kızı almasından bahsediyorlardı. Ne de olsa tahsilli oğlan
tabii Halil alacak diyorlardı. Düğünün yapıldığı köy meydanına gitmeyip kendini
kaybedene kadar içti Hayri, içip de unutmuş olmayı aynı şeyleri tekrar tekrar
duymamayı yeğledi. İçindeki o susturamadığı ses kahkahalarla “Seni aptal yerine
koydular, seninle dalga geçtiler. Hem ne yapacaktı Gülizar senin gibi ipsiz sapsız
baba işinde çalışan adamımı alacaktı” diyordu. Hayri o kadar çok kafasında
kurdu ki o olmayan kurguların içinde kendini kaybetti. Bir süre sonra dışarıda
duyduğu sesler ve dış kapının açılmasıyla kendine geldi. Seslerden anladığı
kadarıyla Gülizar ve Halil’in geldiğini anlamıştı. Onlar içeri geçerken O da
peşlerinden sessizce gitti. Halil, Gülizar’ın yüzünü hayranlıkla incelerken;
-Gül güzlü Gülizar’ım biz evlendik mi gerçekten? Diye sormuştu
sanki bir hayalin içindeymiş gibi.
Gülizar’ın da ondan aşağı kalır bir yanı yoktu. Heyecandan
kızarmış yanakları ve ışıldayan gözleriyle karşısındaki genç adama bakarken
aynı heyecandan titreyen elleriyle onun ellerini kavrayıp kalbinin üzerine
götürdü.
-Nasıl hızlı çarpıyor hissediyor musun? Senin için çarpıyor.
Hayri daha fazla duramayıp arkasına döndüğünde duvarda
dedesinden kalan tüfekle karşı karşıya kalmıştı. Gözlerini sıkıca kapatıp açtı
olduğu yerde bir süre kaldı. Kendini bir yol ayrımında seçim yapmak zorundaymış
gibi hissetti. Derin bir nefes aldı önce sonra duvarda asılı olan tüfeği
kavradı. Aklına lisede hocalarının sınavda soracağı için okuduğu bir roman
geldi. Tefeci kadını ve kız kardeşini öldürüp altınları aldıktan sonra kaçan
ancak vicdan azabı çeken aldığı mücevherleri asla kullanamayıp sonunda suçunu itiraf
eden Raskolnikov’u hatırladı. Sonra içindeki o ses “Sen eğer öldürmezsen vicdan
azabı çekeceksin” dedi. O sese daha fazla kulak tıkayamadı ve elindeki tüfekle
onların karşısında geçti. Halil, abisini görünce Gülizar’ı kendine çekip
korkuyla ona baktı.
-Abi n’apıyorsun, bırak o tüfeği.
Hayri sanki programlanmış gibi kafasını iki yana sallayıp;
-Benimle çok dalga geçtiniz mi? Beni aptal yerine koymak
hoşunuza gitti mi? Diye sordu.
Bakışları buz gibiydi, bomboş bakıyordu ve bu Halil’i daha çok
korkutuyordu. Ne Halil’in ne Gülizar’ın konuşmaması Hayri’yi sakinleştirebildi,
elindeki tüfeği sallayıp;
-Konuşsanıza! Çok dalga geçtiniz mi benimle? Dedi.
Halil, Gülizar’ı korumak için arkasına almaya çalışırken
Gülizar’da inat ediyor kendince onu korumaya çalışıyordu.
-Abi bak sana kim ne dedi bilmiyorum ama bu durum sana
anlattığım gibi oldu ben bilmiyordum sen olduğunu, Gülizar söyledikten sonra
bir süre konuşmadık zaten ama kalbime söz geçiremedim yapamadım. Sen o zaman
deseydin ki bana evlenemezsiniz yemin ederim ben sevdamı kalbime gömer kimseye
dillendirmezdim. Sen dedin bana…
-Ben, beni aptal yerine koyduğunuzu bilmiyordum. Köydeki
herkes nasıl beni aptal yerine koyduğunuzu gizli gizli buluşmalarınızı
anlatıyor. Herkes diyor ki Hayri’ye bakacak değil ya okumuş tahsilli Halil’i
alacak tabii. Öyle mi Gülizar konuşsana he! Senin gibi cahil, baba işinde
tutunmaya çalışan adamı ne yapacaktım desene!
Hayri kendi soruyor, söylüyor, cevaplıyor onlara asla fırsat
vermiyordu. Etrafta söylenenler o kadar yaralamıştı ki onu daha fazla sessiz
kalamadı, yalan yanlış şeyler olduğunu bir tarafı kabul etmek istese de o ses
sürekli zihnini kemirdi durdu. Hayri sonunda dinmeyen öfkesiyle “Bu iş kökten
çözülecek, bu sözlerin hepsi bitecek. Kafamdaki o iğrenç ses susacak” dedi ve
iki defa tetiğe bastı. Gülizar’ın titrek bir nefes alıp yere yığılmasıyla onun
zihnindeki o kulak tırmalayıcı ses sustu. Halil ise bacağına denk gelen
kurşundan dolayı acıyla inleyip Gülizar’ın yüzüne dokundu.
-Gül yüzlüm, Gülizar’ım bak bana, n’olur bırakma beni… Neden
yaptın bunu abi neden?
Gülizar’ın gözünden bir damla yaş düşerken kana bulanmış
gelinliği ile Halil’in kucağında oracıkta can verdi.
Gülizar gencecik yaşında toprağa karışırken Hayri vicdan
azabıyla hapiste yattı yıllarca. Halil ise o geceyi hep aksayan bacağı ve
kolları arasında can veren beyaz gelinliği kana bulanan Gülizar’ı ile
hatırladı, bir an olsun unutmadı. Bir daha asla köye gitmedi, binlerce
öğrencisi oldu onlara hep önce sevgiyi, merhameti öğretti. Sevginin zarar
vermediğini, seven insanın zarar vermediğini aksine sevdiğinin yarası varsa
merhem olduğunu öğretti. Ne onun ana babası ne de Gülizar’ın ana babası olaydan
sonra çok fazla yaşayamadılar. Kahırlarından birkaç yıl içinde onlar da
öldüler. Halil belki kahrından ölmedi ama tam olarak yaşamayı da, beceremedi
yaşamayı. Sadece mesleğini güzel yapabildi, çocuklarla biraz olsun acısını
hafifletebildi. Başucunda duran iki fotoğrafla avuttu her gece kendini… Biri
evlilik için çektirdikleri Gülizar’ın vesikalık fotoğrafı biri de aynı gün
beraber çektirdikleri Halil’in elinin Gülizar’ın bel boşluğunda olduğu ikisinin
de yanaklarının bu yakınlıktan al al olduğu fotoğraftı. Aslında başka
fotoğraflarda vardı o zamanlar çektirdikleri ama Halil’de sadece bu ikisi
kalmıştı. Halil her gece o fotoğraflarla konuşur, ağlar içini döker Gülizar
yaşasaydı neler yapabileceklerinden bahsederdi. Fakat ne Gülizar geri geldi ne
de Halil’in bu acısı dindi. Tıpkı Hayri’nin vicdan azabının dinmediği
gibi… Hayri hapse girdikten sonra
Raskolnikov’un hikayesini kaç kere daha okudu bilmiyordu, bildiği tek şey
vicdanının bir daha asla rahat olamayacağıydı. Aklının bir köşesinde artık
kimsesiz olduğu vardı ve kitabın şu cümlesi her seferinde daha çok yakıyordu
canını; “Anlıyor musunuz, anlıyor musunuz sayın bayım, bir insanın artık
gidebileceği hiçbir yerinin olmaması ne demektir anlıyor musunuz? Çünkü insanın
gidebileceği hiç değilse bir yerin olması gerekmez mi?” Yaptığı hatanın
vicdan yükü ve pişmanlığı hep onunla gidecek asla yakasını bırakmayacaktı bunu
biliyor bunun kahreden yükü ile yaşamaya çalışıyordu.

Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilHalk Hikayeleri diye seçmeli bir dersimiz vardı o derste eski halk hikâyelerini okurduk . Bu hikâyede de eski halk hikâyelerinin tadı var :) Çanakkale'yi çok merak ediyorum ve oraya gitmeyi çok istiyorum bu yüzden yapılacaklar listemin üst sıralarında yer alıyor :) Yazarken fark etmedin sanırım Halil ile Gülizar'ın tanıştığı yerde bir yerde Halil'in adı yerine Hayri'nin adı geçiyor oraya bir bak derim :) Halil ile Gülizar'ın aşkı o kadar saf, naif ki dokunmaya kıyamazsın. Hayri kendi tarafından baktığında kendisini haklı görebilir ama sonuçta Halil Gülizar'dan vazgeçmişken evlenmelerini isteyen yine kendisiydi. Aşk öyle bir şey ki kimine şifa iken kimine zehir. Hayri Gülizar'ı öldürdü ama Gülizarla Halil'in aşkını öldüremedi. Onların aşkı tüm saflığıyla sonsuzluğa karıştı. Aslında onların aşkı Halil'in öğrencilerine verdikleriyle büyüdü diyebilirim :) Sayende harika bir hikâye daha okumuş oldum ve devamını büyük bir merakla bekliyorum :) Emeğine , kalemine sağlık 💜
SilÖncelikle hoş geldin diyeyim, seni burada görmek ne güzel <3 Çanakkale çok güzel bir şehir tarihimizin de bunda bir etkisi var tabii, farklı bir atmosferi var... Evet orada ufak bir karışıklık olmuş hemen bulup düzelttim ;) Eskilerden duyduklarım ve kendi hayal gücümün mahsulü oldu Gülizar da, hüzünlü bir son ama senin de dediğin gibi sonsuzlukta buluştular... Aşk, sevgi zaten başlı başına saf ve temiz bir duygu değil mi zaten? Önemli olan o saflığı, masumiyeti koruyabilmek eğer onlar kaybolursa aşkında bir kıymeti kalmıyor. Ben galiba kaybolmamasını daha çok seviyorum o yüzden çok hep aynı kalsın ilk günkü masumiyetiyle kalsın diye çabalıyorum. Halil ilk günkü masumiyetiyle aşkını, sevgisini öğrencilerine aktarırken Hayri'de bir ömür vicdan yükü ile yaşadı bu hikayede... Güzel yorumların ve desteğin için çok teşekkür ederim canım benim, sevgiyle sağlıcakla kal <3
Sil